Thursday 19 December 2024 - 04:24
Kadın neden namaz sırasında kendini örtmelidir? / İyi insanlar da namaz kılmalı mı? / Neden namazı Arapça kılıyoruz?

Havza / Ayetullah el-Uzma Mekarim Şirazi: Namaz, zorunlu ve herkesi kapsayan bir emirdir. Hatta eğer bir kişi, örneğin namaz kılmadan kötü işler yapmayı terk etse bile, bu kuraldan muaf değildir ve kesinlikle namaz kılmalıdır. Çünkü eğer bu konu gündeme gelirse birçok insan bu bahaneyle bu yüksek ahlaki emri yerine getirmekten kaçınabilir.

Havza Haber Ajansı’nın haberine göre, Ayetullah el-Uzma Mekarim Şirazi, “Namazla ilgili sorular ve şüpheler” üzerine yaptığı bir konuşmada, şu sorulara cevap vermiştir: Neden Allah’a ibadet etmeliyiz? Neden namazı belirli zamanlarda kılmalıyız? Neden namazda kıbleye yönelmeliyiz? Neden namazı Arapça kılıyoruz? Abdestin felsefesi nedir? İyi insanlar da namaz kılmalı mı? Neden kadınlar namazda vücudunu örtmelidir? Neden beş vakit namazı üç vakitte kılıyoruz? Bu ve benzeri sorulara açıklık getirmiştir.

Müslümanlar namaz, oruç ve diğer dini vecibeleri yerine getirmeye başladıkları zamandan itibaren, bu hükümlere dair soruları Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed’e (s.a.a) sormaktaydılar. Bu durum İmamlar (a.s) döneminde daha geniş bir şekilde devam etmiştir.

İran İslam İnkılabı’nın en büyük bereketlerinden biri, binlerce masum şehidin kanı ile elde edilen halkın dini ilimlere ve hükümlere olan ilgisidir. Bu süreçte, büyük bir dini sorular ve meraklar akışı [bizim] tarafımıza yöneldi ve her geçen gün daha da arttı. Bazen o kadar önemli sorular ortaya çıkıyordu ki, bunlara sağlam ve ikna edici cevaplar verilmesi gerekiyordu.

Bu yazıda namazla ilgili sorular ve cevaplar bir araya getirilmiştir. Elbette bazı sorulara verilen cevapların kısa tutulduğunu inkâr edemeyiz, fakat şunu unutmamak gerekir ki eğer daha geniş açıklamalar yapılmış olsaydı her soru bağımsız bir kitap olabilirdi ve bu da amacımıza aykırı olurdu.

İslami Hükümlerin Felsefesi Üzerine Sorular

Bizim, İslami hükümlerin felsefesi hakkında soru sorma hakkımız var mı? Eğer bu hakkımız varsa, bu hak sınırsız mı yoksa belirli sınırlarla mıdır?

İslami hükümlerin ve İslami düzenin felsefesi üzerine yapılan tartışmalar günümüzde en önemli konulardan biridir ve bu konular sorularımızın ve cevaplarımızın önemli bir kısmını oluşturmaktadır.

Herkes kendi kendine şu tür soruları sorar: Neden namaz kılmalıyız? Neden Kabe’yi ziyaret etmeliyiz? Neden İslam’da faiz haramdır? Domuz eti yemenin yasaklanmasının felsefesi nedir? İslam’da çok eşliliğin izni neye dayanır? Altın ve gümüş kapların yasaklanmasının nedeni nedir? Bu tür sorular, insanların İslami hükümler ve yasaklar hakkında daha derin bir anlayışa sahip olmalarını sağlar.

İslam metinlerini, Kur’an’ı, Peygamber Efendimiz (s.a.a) ve İmamlar (a.s) ile onların sahabelerinin sohbetlerini incelediğimizde, her zaman islam hükümlerinin felsefesi üzerine bir tartışmanın mevcut olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle İslam’ın dini meseleleri genel olarak nasıl ele aldığı, bu meselelerde delil getirme yöntemini ve Müslümanların Peygamber ve İmamların hükümlerin sırları hakkındaki yaklaşımlarını anlamak, bu soruları sorma hakkımızı bizlere bahşetmiştir.

Şüphesiz, islam hükümlerinin felsefesini açıklamak insanın akıl ve ruhunu tatmin eder ve bu hükümleri onun hayatına dahil eder, böylece bu hükümler onun yaşamının ayrılmaz bir parçası ve ihtiyaçları haline gelir.

Diğer taraftan biliyoruz ki ilmimiz ne kadar ilerlese de, yine de sınırlıdır; her şeyi bilemeyiz. Ayrıca ahlaki hükümler ve ilahi emirlerin sonsuz ilim sahibi olan Allah’tan kaynaklandığını da kabul ediyoruz.

Bu gerçeklere dayanarak, bütün hükümlerin felsefesini anlayabileceğimizi bekleyebilir miyiz? Eğer öyle olsaydı o zaman neden peygamberlere ihtiyaç duyulurdu? Kendimiz oturup neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirler, bu kadar karmaşık hayatın içinde kaybolmazdık. Dahası biz yaratılışın bütün sırlarını, evrendeki tüm varlıkları ve bunlar üzerinde hüküm süren yasaları, her birinin varlık felsefesini biliyor muyuz?

Biz yalnızca her dönemin ve çağın insan bilgisi ölçüsünde ilahi hükümlerinin felsefesini ve sırlarını anlayabiliriz, hepsini değil. Zaten o ilahi emirlerin derinliği ve genişliği ile bizim bilimsel sınırlılığımız göz önüne alındığında başka türlü bir beklenti içinde olmamalıyız.

Neden Allah’a ibadet etmeliyiz?

Neden Allah’a ibadet edelim, halbuki Allah kimseye muhtaç değildir?! O, herkesten bağımsızdır ve herkes O’na muhtaçtır. Eğer Allah bizim ibadetlerimize ihtiyaç duysaydı bu, O’nun ilahi yüceliğiyle çelişirdi.

Eğer ibadetin amacı Allah’ın ihtiyaçlarını gidermek ve O’na fayda sağlamak olsaydı, o zaman sorulan soru geçerli olurdu: Allah, sınırsız ve eksiklikten uzak bir varlık olduğuna göre bizim ibadetlerimize ne ihtiyacı vardır? Ancak eğer ibadetin amacı, kendi ruhsal ve manevi gelişimimizse o zaman ibadet bizim tekâmülümüz ve mutluluğumuz için bir araç olur. Allah’ın ibadet emri ise bizim en yüksek olgunluğa ulaşmamız için bir lütuf, rahmet ve rehberliktir.

Neden namazı belirli vakitlerde kılmalıyız?

Bazıları, biz namazın felsefesini ve eğitimsel etkilerini inkâr etmiyoruz deyip, neden belirli zamanlarda yapılması gerektiğini sorguluyor. İnsanlar serbest bırakılmalı ve herkes ruhsal olarak hazır olduğunda bu sorumluluğu yerine getirmeli, diyorlar.

Deneyimler, eğitimle ilgili meselelerin belirli bir düzen ve şartlar altında yapılmadığı takdirde birçoğunun bunu unuttuğunu ve temelinin tamamen zayıfladığını göstermektedir. Bu tür meseleler kesinlikle belirli vakitlerde ve titiz bir düzen içinde yapılmalıdır, böylece kimse bu sorumluluktan kaçma bahanesi bulamasın. Özellikle bu ibadetlerin belirli vakitlerde ve topluca yapılması kendine özgü bir ihtişam ve etki taşır, bu da inkar edilemez. Gerçekten de bu, büyük bir insanlık yetiştirme sınıfı oluşturur.

Neden namazda kıbleye yönelmeliyiz?

Namaz kılarken kıbleye yönelmemizin nedeni Allah’ın belirli bir mekânda ya da yönde bulunması değildir. Zira Kur’an-ı Kerim, kıbleye dair ayetlerde özellikle iki kez şu gerçeği vurgulamaktadır: “Doğu da, batı da Allah’ındır; nereye dönerseniz dönün, Allah oradadır” (Bakara, 2/115). Bir diğer ayette ise “Doğu da, batı da Allah’ındır” denilmektedir (Bakara, 2/142).

Namazda kıbleye yönelmek Allah’ın mekân veya yönle sınırlı olduğu anlamına gelmez. Bunun yerine insanın cismi bir varlık olarak, namaz sırasında bir yöne yönelmesi gerektiği gerçeği göz önünde bulundurulmuştur. İslam, bu yönelme eyleminden ibadetin (namaz) tamamlanması için en uygun şekilde faydalanmak istemektedir.

Hepimiz biliyoruz ki Kâbe, tevhidin en eski merkezi olarak kabul edilir. Bu kutsal mekan, tevhidin kahramanı Hz. İbrahim (a.s) tarafından yeniden inşa edilmiş ve tüm tevhid peygamberleri tarafından önemsenmiştir.

Bu tevhid merkezine yönelmek, Allah’a yönelmek demektir. Doğru, Allah’ın mekânı yoktur ancak böyle bir merkeze karşı namaz kılmak , pek çok açıdan insanı Allah’a daha yakın kılar ve sanki kişi Allah’ın huzurunda olduğunu hisseder.

Bunun yanı sıra dünya çapındaki tüm Müslümanların her gün beş vakit bu kutsal merkeze yönelmesi, onların kalplerinde ve ruhlarında birlik ve beraberlik duygusunu geliştirir. Bu durum İslam’ın birliğini ve dünya Müslümanlarının uyumunu güçlendirir, doğu ve batıdaki farklı İslami toplulukları birleştirir, onların kudretini ve büyüklüğünü gösterir ve nihayetinde İslam’ın evrensel öğretilerinin özünü “hedef ve inanç birliği” olarak dünyaya sunar.

Kıble değişikliğinin sırrı neydi?

Kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye değiştirilmesi herkes için bir soru işaretiydi. Her hükmün sabit olması gerektiğini düşünenler, eğer biz Kâbe’ye yönelerek namaz kılmamız gerekiyorsa neden baştan söylenmedi diye soruyorlardı. Eğer Kudüs önceki peygamberlerin kıblesi kabul ediliyorsa, neden değiştirildi?

Düşmanlar da bu durumu geniş bir propaganda alanına dönüştürdüler. Hatta şöyle dediler: “Başlangıçta geçmiş peygamberlerin kıblesini kabul etti, ancak zaferlerinden sonra ırkçılık ona hâkim oldu ve kıbleyi kendi kavminin kıblesine çevirdi!” Ya da şöyle dediler: “O, Yahudi ve Hristiyanların dikkatini çekmek için önce Kudüs’ü kabul etti, ancak etkili olamayınca onu Kâbe’ye çevirdi.”

Şüphesiz bu tür vesveseler henüz ilm ve iman ışığının toplumu aydınlatmadığı, şirkin ve putperestliğin izlerinin hala var olduğu bir toplumda büyük bir kaygı ve endişe yaratmıştır. Bu yüzden Kur’an, Bakara suresinin 143. ayetinde açıkça şöyle demektedir: “Bu, müminlerin ve müşriklerin duruşlarının belli olması için büyük bir imtihandı.”

Bir olasılıkla, kıblenin değiştirilmesinin önemli sebeplerinden biri şu olmuştur: Zira o dönemde Kâbe, müşriklerin putlarının merkeziydi. Bu sebeple Müslümanlara geçici olarak Kudüs’e doğru namaz kılmaları emredildi, böylece onların safları müşriklerden ayrılmış oldu. Ancak Medine’ye hicret ettiklerinde bir devlet ve hükümet kurmuşlardı ve saf çizgileri diğerlerinden tamamen ayrı olmuştu. Bu durumda bu düzenin devam etmesine gerek kalmadı ve en eski tevhid merkezi olan Kâbe’ye geri dönüldü.

Tabii ki Kâbe’ye yönelerek namaz kılmak, Kâbe’yi kendi milletlerinin manevi değerleri olarak görenler için zordu, aynı şekilde Kudüs’e yönelmeye alışanlar için de Kâbe’ye dönmek başlangıçta zorlayıcıydı.

Bu durum Müslümanları bir tür imtihandan geçirdi. Böylece, varlıklarında bulunan şirk izlerinin bu ateşten sınavda yanıp yok olması sağlandı, geçmişin kararmış şirk bağları koparıldı ve Allah’ın emirlerine tam teslimiyet ruhu kalplerinde yerleşti.

Sonuç olarak Allah’ın bir mekânda bulunmadığı gibi, kıble de sadece saf birliğini simgeleyen bir işarettir ve değişmesi hiçbir şeyi değiştirmez. Önemli olan, O’nun emrine teslim olmak, taassup, inatçılık ve benlik putlarını kırmaktır.

Abdestin felsefesi nedir?

Abdestin iki belirgin faydası vardır: sağlık ve manevi fayda. Sağlık açısından, yüz ve ellerin günde beş defa veya en azından üç defa yıkanması vücut temizliği üzerinde önemli bir etki yapar. Ayakların mesh edilmesi -suyun deriye ulaşması gerektiği şartıyla- bu bölgenin de temiz kalmasını sağlar. Su, ciltle temasa geçtiğinde, sempatik ve parasempatik sinir sistemi dengesinde özel bir etki yaratır.

Manevi ve ahlaki açıdan ise abdest, sadece Allah rızası için yapıldığından eğitimsel bir etkisi vardır. Özellikle abdest almanın sembolik anlamı “baştan ayağa kadar, O’na itaat yolunda adım atıyorum” anlamını taşır. Bu da abdestin ahlaki ve manevi felsefesini destekler.

Bir rivayete göre İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Abdest almayı emretmek ve ibadete onunla başlamak, kulların Allah’ın huzurunda durduklarında O’na dua ederken temiz olmalarını, Allah’ın emirlerine itaat etmelerini sağlamak içindir. Bu onların kir ve pislikten arınmalarını sağlar. Ayrıca abdest, insanın uyku ve tembellik etkilerini giderir, kalbinin saflaşmasına, nurlanmasına ve Allah’ın huzurunda ibadet için hazırlıklı olmasına yardımcı olur.”

Neden namazı Arapça okumalıyız?

Herkesin Allah’a kendi dilinde dua etmesi gerektiği hâlde, bu durum İslam’ın evrenselliği ile çelişir mi?

Bildiğimiz gibi tevhid (Allah’ın birliği) ve birlik, İslam’ın tüm temel ilkelerinin ve hükümlerinin temel taşıdır. Namazın da bir kıbleye doğru, belirli zamanlarda ve belirli bir dilde yapılması bu birliğin bir örneğidir.

Örneğin Hac sırasında Mekke’de bulunup, farklı ırklardan ve milletlerden yüzbinlerce insanın katıldığı bir cemaat namazını gözlemlediğimizde hepsinin birlikte “Allahu Ekber” demesiyle bu emrin büyüklüğüne ve derinliğine tanık oluruz. Eğer her biri, bu ruhu canlandıran kelimeleri veya diğer namaz dualarını kendi yerel dillerinde söyleseydi o zaman namazda büyük bir kargaşa ve karmaşa meydana gelirdi.

Bu İslam’ın birliğini ve küresel bir dil aracılığıyla insanların birbirlerine bağlılıklarını güçlendirir.

Aslında namazı Arapça okumak, İslam dininin evrenselliğinin bir göstergesidir. Çünkü aynı safta toplanıp, bir arada faaliyet gösteren bir topluluk anlaşabilmek için ortak bir dile sahip olmalıdır. Yani kendi ana dilleri ve yerel dillerinin yanı sıra bir “evrensel dil”e de sahip olmaları gerekir; yoksa topluluğun birliği tamamlanmış olmaz.

Arapça, uzmanlar tarafından dünyanın en geniş ve kapsamlı dillerinden biri olarak kabul edilmektedir. Bu tüm Müslüman mezheplerinin Arapçayı bir uluslararası dil olarak kabul edebileceği ve onu karşılıklı anlayış ve birliktelik için kullanabileceği gerçeğini daha da açık hale getirir.

Ayrıca namazın belirli bir şekilde okunması onu değişimden, tahriften ve başka dildeki çeviriler nedeniyle ortaya çıkabilecek hurafelerden korur. Böylece bu ibadetin özü daha iyi korunmuş olur. Ancak her Müslüman gücü ölçüsünde kendi dini diliyle tanışmalı ve Allah ile ne konuştuğunu bilmelidir. Gerçekten de sevgili gençler sadece yarım saat ayırarak namazın çevirisini öğrenebilir ve ömür boyu bundan faydalanabilirler.

Neden sürekli olarak doğru yola (sırat-ı müstakim) hidayet istemeliyiz?

Halbuki İslam peygamberi hem kendisi doğru yoldaydı hem de Müslümanları doğru yola yönlendirmişti. O hâlde namazda “Bize doğru yolu göster!” demek bir anlamda zaten var olan bir durumu tekrar istemek değil mi?

Evren, maddi ve manevi tüm varlıklarıyla birlikte sürekli bir değişim ve dönüşüm içindedir. Nasıl ki bir şeyin var olması belirli nedenler ve şartlar altında gerçekleşiyorsa aynı şekilde o şeyin varlığının devamı da özel şartlar ve dikkat gerektirir. Eğer bu şartlar sağlanmazsa o şeyin yok olması söz konusu olabilir. Bu nedenle doğru yol üzerinde kalabilmek ve onunla ilgili sürekli bir rehberlik almak her zaman bir ihtiyaçtır. Peygamberimiz ve Müslümanlar da her an bu ilahi hidayet ve korunma duasını yaparak yoldan sapmamaya çalışmışlardır.

Hidayet de tıpkı diğer varlıklar gibi devamlılık ve korunma gerektiren bir durumdur. Bir birey ya da toplum ne kadar yüksek bir düzeyde doğru yolda ve inançta olsa da, gelecekteki durumu belirsizdir. Bir insan doğru yola girmiş olsa bile zamanla sapabilir ve yeniden sapkınlığa düşebilir. Bu nedenle her birey ve toplum mevcut durumundan faydalanmalı, daima Allah’a yönelmeli ve bu nimeti her an kaybolmaya ve yok olmaya açık olan bir şey olarak ömür boyu sürdürmesi için Allah’tan dileyerek korunmalıdır.

Bir kişi “Bizi doğru yola yönlendir!” dediğinde, amacı yalnızca doğru yolu bulmak değil o yolda istikrarlı bir şekilde devam etmektir. Bu nimeti sürekli ve daimi kılmaktır. İslam’ın büyük müfessirlerinden Taberî, Mecmeu’l Beyan kitabında bir örnek vererek der ki: Bu tür ifadeler bizim dilimizde de yaygındır. Mesela bir misafiriniz yemek yerken yavaşça yemeği bırakmak üzere olduğunda, siz ona hala yemek yemeye devam etmesi için “Buyurun, devam edin!” dersiniz. Burada aslında kişi zaten yemek yemeye devam ediyor fakat siz ona yemeğini sürdürmesi için bir teşvikte bulunuyorsunuz. Bu da hidayetin devamlılığı için yapılan bir dua gibidir.

Namaz diğer amellerin kabul edilmesinde etkili midir?

Bir kitapta bu konuda Müslümanlara yönelik bir eleştiri okumuştum: “Müslüman alimleri, fıkıh ve hadis kitaplarında namaz kabul olmazsa diğer amellerin kabul olmayacağını naklediyorlar ve aynı kitapta namazın kabulü için öyle şartlar yazılmış ki hiç kimse o şartları tüm çağlarda yerine getiremez! Hatta yerine getiren olursa da çok nadirdir, bu nedenle hiçbir ibadet ve amelleri kendi itiraflarına göre ömür boyu kabul olmayacaktır!” Lütfen bu eleştiriye cevabınızı belirtir misiniz?

İlk olarak: Fıkıh kitaplarına başvurulduğunda belirtilen şartların o kadar ağır olmadığı, bunun yerine birçok insanın kendi davranış ve amellerine daha çok dikkat ederek bu şartları yerine getirebileceği anlaşılmaktadır. Siz de bu konuda doğruyu öğrenmek için fıkıh kitaplarına başvurabilirsiniz. Bu nedenle böyle bir iddianın İslam’a yönelik yanlış bir atıf olduğu açıktır.

İkinci olarak: Namazın ve diğer amellerin Allah katındaki kabulü, dereceler ve mertebeler içerir. Yani bir ibadet ilk derecesinde kabul edilmeyebilir ancak diğer derecelerinde kabul edilebilir. Temelde her doğru ibadet kesinlikle bir kabul derecesine sahiptir.

Buna göre diğer amellerin kabulü de namazın kabulü ile orantılı olacaktır. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse: Namaz doğru bir şekilde ve İslam’ın belirgin emirlerine göre yapılırsa Allah katında kabul olacaktır; ancak kalp ve ruhun temizliği, takva, zulüm ve günahtan kaçınma ne kadar fazla olursa kabul derecesi o kadar yüksek olacaktır. Çünkü her amelin değeri o ameli yapan kişinin değerine ve ruh haline bağlıdır.

İyi insanlar da namaz kılmalı mı?

Biliyoruz ki namaz insanı kötülüklerden alıkoyar. Eğer bir kişi namaz kılmadan kötülüklerden kaçınsa, yine de namaz kılması gerekir mi?

Namaz kesin ve evrensel bir farzdır. Hatta bir kişi, varsayalım ki namaz kılmadan kötü davranışlardan kaçınsa bile bu durum onu namazdan muaf tutmaz; namazını mutlaka kılmalıdır. Çünkü bu bahane öne sürülürse birçok kişi bu yüksek ahlaki sorumluluktan kaçınmak için aynı bahaneyi kullanabilir.

Bunun dışında Allah’ı hatırlamadan -ki bu namazın önemli bir etkisidir- kötülüklerden kaçınmak kesinlikle garanti altında değildir. Yapılan birçok deneyim ve gözlemler göstermiştir ki namaz kılmayan kişiler bir şekilde kirlerden ve kötü alışkanlıklardan tamamen uzak kalamazlar; en basitinden kıyafetlerinin ve yiyeceklerinin temizliği gibi konularda düzenli olamayabilirler. Ayrıca namaz ve Allah’a yönelme, günahlardan kaçınan bir insanın imanını güçlendirir, ruhsal gelişimini hızlandırır ve onu daha olgun hale getirir. Sonuç olarak bizler bu dini farzı yerine getirmekte hiçbir şekilde istisna tanınmadan yükümlüyüz.

Neden kadınlar namazda bedenlerini örtmeli?

Kadınların namazda bedenlerini örtmeleri gerektiği sorusu şu şekilde sorulabilir: Eğer Allah her şeyden haberdarsa, görünür ve görünmeyen her şeyden bilgi sahibiyse o zaman kadınların bedenini örtmeleri neden gereklidir?

Şüphesiz Allah her şeyden haberdardır ve her şey O’nun ilmi dâhilindedir. Gizli ve açık, O’nun için bir fark yaratmaz. Ancak insan namazda kendisini Allah’ın huzurunda görmeli ve O’nunla konuştuğunda, O’na en uygun şekilde saygı göstererek ibadet etmelidir. Böyle bir durumda en uygun giyim tarzı, kadının iffetini ve temizliğini yansıtan ve en iyi halini gösteren kıyafet olacaktır. Namazda insanın en saygılı haliyle Allah’a ibadet etmesi gerekir ve bunun için kadınların en uygun şekilde örtünmesi gerekmektedir.

Erkekler için de durum aynıdır; sadece çıplak bedenle namaz kılmak Allah’ın huzurunda saygıdan uzak ve samimi olmayan bir davranıştır. Bunun yanında erkeklerin de yalnızca iç çamaşırıyla namaz kılmaları uygun değildir. En iyisi iç çamaşırının üzerine uygun bir dış kıyafetle namaz kılmalarıdır.

Neden namaz kılan insanlar günah işler?

Allah, Kur'an-ı Kerim’de namazın insanı kötülüklerden ve günahlardan koruduğunu belirtir: “Şüphesiz namaz, insanı çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar” (Ankebut, 45). Yani namaz kılan bir toplum günah ve kötülüklerden uzak olur, namaza bağlı bir aile kötü alışkanlıklardan korunur, namaz kılan bir birey günah işleyemez ve sonuç olarak namaz insanı günahlardan koruyan bir sigorta gibidir.

Bu ayeti göz önünde bulundurursak neden bazı namaz kılan insanlar yine de günah işler? Bu durumda ayette bir eksiklik veya yanlışlık var mı?

Hayır! Sorun ayette değil, namaz kılana aittir. Eğer namaz kılan kişi namazın amacını ve hangi kudret karşısında başını secdede eğdiğini bilmezse namaz onu günahlardan koruyamaz. Çünkü günahların önlenmesi Allah’ı tanıma ile mümkündür. Allah’ı tanımak birçok ibadetin ve hatta ziyaretlerin kabul edilmesinin temel şartıdır. Zira ziyaretlerin sevab ancak Allah’ı tanıyarak yapılan ziyaretlerde geçerlidir.

İlk vakitte namaz kılmak, İmam Zaman (a.f.) ile beraber namaz kılmak gibidir

İlk vakit namazının İmam Zaman (a.f) ile bağlantısı hakkında bazı alimler, ilk vakitte “İmam Zaman (a.f) namaz kılmaktadır” demiştir ve o vakitte namaz kılanların, İmam’ın namazının bereketiyle Allah katında namazlarının kabul olacağına inanılır. Diğer taraftan vakitlerin ve ufukların çok farklı olduğunu biliyoruz; bir ülkede bile birçok farklı ufuk olabilir, hele tüm dünya ülkelerinde ufuklar birbirinden farklıdır. Bu durumda, İmam’ın namaz kıldığı nokta ile namaz kılan kişilerin namazı ancak aynı noktada olanlarla İmam’ın namazıyla örtüşür. Tüm insanlar için bu durum nasıl çözülebilir?

Bu şekilde ilk vakitte namaz kılmanın faziletini ispat etmeye çalışanlar, aslında şunu kastetmişlerdir: İlk vakitte kılınan namazların İmam Zaman'ın (a.f) namazıyla ortak bir yönü vardır. Çünkü İmam da namazını ilk vakitte kılar ve işte bu ortak özellik sayesinde diğer kişilerin namazları da Allah katında faziletli hale gelir. Ayrıca ufuk farklarının bu konuda bir etkisi yoktur. Başka bir deyişle burada amaç herkesin aynı zamanda namaz kılması değil, aynı “başlık”ta birleşmektir, yani “ilk vakitte namaz kılma” başlığı altında birleşmek ve her kişinin kendi ufkuna göre namaz kılmasıdır.

Seyahat eden kişinin namazının kısaltılmasının felsefesi nedir?

Yolculuklarda sağlanan birçok kolaylığa rağmen, hatta günümüz şartlarında bile seyahat çoğu insan için ruhsal ve bedensel zorluklar doğurur. Bu nedenle bizlere dört rekatlı namazları seyahatte (tabii ki fıkıh kitaplarında belirtilen şartlarla) kısaltarak kılmamız emredilmiştir. Biz de dinin bu emirlerine uymalıyız çünkü hükümler insanların seyahatle ilgili karşılaştıkları zorluklara yöneliktir.

Neden beş vakit namazı üç vakitte kılıyoruz?

Neden öğle ve ikindi namazlarını ya da akşam ve yatsı namazlarını bir arada ve aynı vakitte kılıyoruz, oysa her bir namazın kendine ait bir vakti vardır ve İslam’ın büyük önderleri her birini kendi vakitlerinde yani beş vakit namazı beş farklı vakitte kılardı?

Bu konuda tartışma yoktur ki beş vakit namazı her birinin vaktinde kılmak Peygamber’in ve diğer önderlerin ve ilk müslümanların izlediği bir yoldur; onlar genellikle beş namazı beş farklı vakitte kılarlardı.

Ancak burada önemli olan soru şudur: Namazlar arasındaki mesafeyi ayırmak tıpkı birçok sünni fakihlerinin kabul ettiği gibi, farz mıdır yoksa diğer sünnetler gibi yapılması ya da yapılmaması tercih edilen bir şey midir? Bir tarafın üzerinde herhangi bir zorunluluk yoktur ancak bunları ayrı ayrı kılmak daha iyi olabilir.

İki namazı birleştirmenin caiz olduğunu gösteren delil ve kanıt altıncı İmam Hz. Caferi Sadık’tan nakledilen hadislerdir ve merhum Şeyh Hürr’ü Amuli bu hadisleri kitabında toplamıştır.

Şii alimleri, Peygamberin uygulamalarına dair hadisler ve İslam’ın büyük önderlerinden nakledilen rivayetlere dayanarak ayrıca Kur’an’ın zahirî anlamlarına da uygun olarak, her zaman için namazlar arasında ayrım yapmayı müstehap kabul etmişlerdir. Onlar insanlara namazlar arasında mesafe koymanın ve her namazı kendi vaktinde kılmanın müstehap ve en faziletli olduğunu söylemişlerdir. Ancak aynı zamanda bu müstehapın terk edilebileceğini ve müstehap olmanın da anlamının bu olduğunu ifade etmişlerdir.

Fakat şunu unutmamak gerekir ki bu hadisleri yalnızca Şii muhaddisleri nakletmemiştir. Sünni muhaddisler de, Peygamber Efendimiz’in (s.a.a) namazlar arasında birleştirmeyi caiz kıldığını, hatta özür olmadığı halde bunu yaptığını nakletmişlerdir. İbn Abbas, Muaz bin Cebel, Abdullah bin Mes’ud ve Abdullah bin Ömer gibi isimlerden bu konuda onlarca rivayet Sünni kaynaklarında yer almaktadır. Bu rivayetler, Peygamber Efendimiz’in (s.a.a) sıkça iki namazı bir arada kıldığını, ne seyahatte ne de başka bir mazeret bulunmaksızın bunu yaptığını ve bunu Müslümanlar için bir kolaylık olarak kabul ettiğini göstermektedir.

Tabii ki iki namazın birleştirilmesi biri diğerinin vakti dışında kılınması anlamına gelmez. Örneğin akşam ve yatsı namazlarını gece başında kıldığımızda, bu yatsıyı vakti dışında kıldığımız anlamına gelmez. Aslında her iki namazı da ortak olan vakitte kılmış oluruz. Çünkü akşam namazının vakti, akşamdan yarım geceye kadar olan zaman dilimidir ve yatsı namazının vakti de bu sürenin son kısmında yer alır. Yani akşam namazı, akşamın başında üç rekatlık bir süreyi kapsar, yatsı namazı ise akşamın sonundan itibaren dört rekatlık bir süreyi kapsar. Aradaki süre her iki namaz için ortak bir vakittir. Eğer bir kişi yatsıyı akşamla birlikte, yani akşamın başında veya akşam namazını yatsının son vaktiyle birlikte kılarsa, her iki namazı da vakitlerinde kılmış olur. Ancak tavsiye edilen akşam namazını akşamın başında ve yatsı namazını ise şafak batmasından sonra kılmaktır. Eğer bir kişi bu tavsiyeyi yerine getirmezse sadece bir müstehap olan bir davranışı terk etmiş olur.

Şüphesiz, Peygamber Efendimiz (s.a.a.) geniş görüşlülüğüyle tüm müslümanları, tüm devirlerde ve zamanlarda görebiliyordu ve biliyordu ki eğer herkesi beş vakit namaza bağlarsa bazıları namazı terk edecektir. Bu yüzden ümmetine kolaylık sağladı ve işleri genişleterek herkesin her zaman ve her mekânda günlük namazlarını rahatça eda etmelerini sağladı. Kur’an-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurulur: “ve dininizde size hiçbir zorluk yüklenmemiştir.” (Hac 78)

Bir kez daha vurgulamak gerekirse günümüzde beş vakit namaz kılmak birçok işçi, memur, öğrenci ve diğer kesimler için oldukça zorlayıcı bir durumdur. Peygamber Efendimiz’in (s.a.a.) böyle durumlar için verdiği izinlerden faydalanarak gençler ve farklı kesimler namazı terk etmemelidir. Sünnete sıkı sıkıya bağlı kalmak farzın terk edilmesi pahasına doğru mudur?

Kutup Bölgelerinde Namaz ve Oruç

Bazı maddî şeylerle ya da gayri müslimlerle karşılaştığımızda, bazen şöyle bir soru ortaya çıkıyor: “İslam sadece bizim gibi çevrelerde (örneğin Ortadoğu) uygulanabilirken nasıl evrensel bir dindir?” Örneğin beş vakit namaz kılmak ve Ramazan ayında oruç tutmak Kuzey ve Güney Kutbu’na yakın bölgelerde uygulanabilir mi? Bu bölgelerde günler ve geceler çok uzun olabilir ve bazı yerlerde altı ay gece, altı ay gündüz sürebilmektedir.

Büyük fakihlerimiz bu meselenin üzerinde durmuş ve İslam’ın pratik emirlerinin detayları hakkında yazılmış fıkıh kitaplarında bunu ele almışlardır.

Örneğin merhum Ayetullah Seyyid Muhammed Kazım Yezdi, büyük fakihlerden biridir ve “Urvetü’l-Vüska” adlı kitabında bu meseleye değinmiş ve şöyle demiştir: “Böyle insanlar namaz ve oruçlarını ılıman bölgelerdeki zaman dilimlerine göre yapmalıdırlar.”

Yani kutup bölgelerinde yaşayanlar oruç tutarken ve namaz kılarken, o bölgedeki gece ve gündüz sürelerinin ortalamasını göz önünde bulundurmalı ve buna göre hareket etmelidirler.

Daha basit bir ifadeyle eğer bu kişiler bizim bölgelerde Ramazan ayı başlangıcında yayımlanan takvimler gibi basit bir takvime sahiplerse ona göre hareket edebilirler.

Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse bu kişiler ılıman bölgelerdeki sabah ezanı zamanına göre namazlarını kılabilir ve oruç tutabilirler. Akşam ezanı vaktinde ise o bölgedeki ezanla iftar yapabilirler ve diğer ibadetlerini aynı şekilde yerine getirebilirler.

Son söz: Zorla kılınan namaz, samimi niyetle kılınan namazla çelişir mi?

İslam fakihleri, bir kişinin namazında samimi bir niyeti olması gerektiğini ve sadece Allah’a itaat amacıyla namaz kılması gerektiğini belirtirler. Bu nedenle riya veya şöhret amacıyla kılınan namaz geçersizdir, çünkü samimi niyet yoktur. Bu kurala göre başkalarının zorlamasıyla kılınan namaz da geçersizdir, çünkü kişi bu namazı Allah’a itaat etmek amacıyla değil bir başkasının zorlamasıyla kılmaktadır.

Peki bazı İslam ülkelerinde insanları cemaatle namaz kılmaya zorlamak gibi uygulamalar ne şekilde değerlendirilmelidir?

İslam alimlerinin ibadetlerin doğası hakkında uzun tartışmalar yaptıkları ve bu tartışmaların bazı temellerinin zorunluluk ve zorlama ile uyumlu olduğu göz önünde bulundurulduğunda, başlangıçta zorlama ve zorunlulukla yapılan ibadetler zamanla bu etkilerin ortadan kalkmasıyla alışkanlık haline gelir. Birkaç kez zorla yapılmasından sonra aslında kişi gerçek anlamda Allah’a itaat etmeye başlar. Bu durumda başlangıçta zorla kılınan bazı namazlar geçersiz olsa da zorlamanın etkisi ortadan kalktığında, kişi sorumluluk sahibi bir birey haline geldiğinde yaptığı diğer ibadetler samimi bir niyetle yapılmış olur.

Tags

Your Comment

You are replying to: .